Ortodoks Mezhebinin Tarihsel Gelişimi

Ortodoks Mezhebinin Tarihsel Gelişimi
Yazan : @Dünya Dinleri Tarih : Kategori : Hıristiyan Ortodoks Mezhebi Yorumlar : 0 Okunma : 9382 Beğen : 0

Daha çok Doğu Avrupa ülkelerinde hakim olan, üç ana hıristiyan mezhebinden biri.

Bugün Ortodoksluk, 400 milyona yakın mensubu ile Katolik ve Protestanlık’tan sonra sayısı ve yayıldığı alan açısından Hıristiyanlığın üçüncü büyük mezhebini oluşturur. Ortodoks coğrafyası büyük oranda Doğu Avrupa ve Anadolu ile sınırlıdır. Bununla birlikte Ortodoksluğun Hıristiyanlık içerisindeki tarihî önemi coğrafî ve istatistikî büyüklüğünden daha ileri düzeydedir. Gerek tarihî gerekse siyasî sebeplerden dolayı içe kapalı bir atmosferde yaşayan Ortodoksluk, son birkaç on yıldan beri (özellikle Sovyetler Birliği’nin çöküşünden itibaren) modern dünyaya entegre olma yoluna girmiş görünmektedir. Bu farklı tarihî gelişim çizgisine paralel olarak Ortodoksluğun teolojisi de diğer hıristiyan mezheplerine göre değişiklik arzeder.

Ortodoks (doğru yol) kelimesinin bugün özel bir mezhebi ima edecek şekilde kullanımı XI. yüzyıldan önceye gitmez.

Ortodokslar’ın kendileri için kullandığı yaygın ibare daha çok “Ortodoks Katolik kilisesi”dir. Bu ifade, mezhebin hem doğru görüşü temsil ettiği hem de evrensel (katolik) olduğu iddiasını yansıtır. Büyük oranda Anadolu coğrafyasında gelişip yayılmaya başlayan Ortodoksluk, özel karakterini daha çok üzerine temellendiği Grek kültürünün hıristiyanlaştırılmasından alır. Bu temel yapı, gelişim çizgisini antik Latin düşüncesinden alan Katoliklik ile Ortodoksluk arasındaki farklılığın da zeminini oluşturur.


Tarihsel Gelişimi

Ortodoks geleneğinin temellendiği kültürün Kapadokyalı üç kilise babası tarafından oluşturulduğu söylenebilir. IV. yüzyıl civarında yaşayan Nysalı Gregory, Nazianlı Gregory ve St. Basil, Grek ve özellikle Aristo felsefesini Hıristiyanlığa sokarak teolojik anlamda Ortodoksluğun zeminini hazırlamışlardır. Bununla birlikte Ortodoksluğun tarihsel gelişiminin başlangıcını daha ziyade IV. yüzyıldan itibaren vuku bulan siyasî çekişmelere ve İstanbul’un yeni bir siyasal merkez olarak ortaya çıkmasına kadar geriye götürmek mümkündür. 330’da Roma İmparatorluğu başşehrinin İstanbul’a taşınması Roma’da yerleşik olan siyasî ve dinî otoriteleri rahatsız etti. İstanbul’un dinî yönden taşıdığı öneme dair anlatılan çeşitli hikayeler, bu şehre Hıristiyanlık açısından meşruiyet kazandırmaya çalıştı. Mesela Roma şehri kendisini Petrus’a dayandırırken İstanbul Kefernoumlu balıkçı Andreas’a dayandırmaktaydı.

Petrus’un Roma ile ilişkisi kadar olmasa bile İstanbul’un Andreas’la ilişkisi hakkındaki kanaatler yaygın şekilde benimsendi. Roma ile İstanbul arasındaki ilk mücadele, İmparator Konstans ve Konstantius zamanında 343’te Sardika’da (Sofya) toplanan konsilde ortaya çıktı. İmparatorluğun doğu topraklarının yöneticisi olan II. Konstantius, Ariusçu eğilimlere sahipken batıda egemen olan Konstans İznik geleneğini devam ettirmekteydi. Papa Julius’un talebi üzerine toplanan konsilde Ariusçuluk heterodoksi olarak nitelendirildi ve doğulu yetkililerce görevinden alınması istenen Athanasius’un yerinde kalması karara bağlandı. Roma, İstanbul’un tehlikeli yükselişinin önünü kesmek amacıyla kiliseyle ilgili her türlü resmî kararda tek yetkili merciin kendisi olduğunu ilan etti. Doğulu piskoposlar ise konsil kararlarının hiçbirini tanımadılar. İstanbul ve Roma kiliselerinin birbirlerinden ayrılmaya başladığı sürecin çıkış noktası bu polemikten sonra hız kazanmıştır.

381’de İmparator I. Theodosius’un topladığı ve hiçbir Romalı temsilcinin çağrılmadığı İstanbul Konsili’nde Roma’dan sonra ikinci yetkili merciin İstanbul olduğu ilan edildi. İstanbul Konsili’nin disiplin ve hiyerarşi konularındaki kararları Katolikler’ce asla teyit edilmemiştir. Konsilin üçüncü kanonunda yer alan, “Yeni Roma olarak İstanbul piskoposluğu Roma’dan sonra gelmektedir” maddesi Romalı yetkililerce şiddetle eleştirilmiştir. Bu konsilden itibaren Trakya metropolitleri üzerinde egemen olan Heraklia piskoposluğu önemini iyice kaybederek yerini İstanbul’a bırakmıştır.

Daha çok Îsa’nın tabiatı konusundaki tartışmaları bastırmaya yönelik olarak 451 yılında toplanan dördüncü ekümenik konsilde (Kadıköy Konsili) İstanbul’un Roma ile eş imtiyazlara sahip olduğu görüşü resmen onaylandı. Kadıköy Konsili (28. kanon), Asya ve Trakya’daki bütün metropolitlerin İstanbul piskoposluğunca tayin edilmesi gerektiğini öngörerek İstanbul’un hakimiyetini pratik konularda da güçlendirdi. Gerek bu karar gerekse Roma’nın üstünlüğünün Petrus’tan değil kilise babalarınca bahşedilen imtiyazdan geldiğini savunan konsil kanonları Katolikler’ce asla kabul görmedi. Ayrıca daima İstanbul kilisesinin yetkisini kabul eden Kudüs piskoposluğu da patriklik seviyesine yükseltilerek Roma’nın doğudaki faaliyet alanı daraltılmaya çalışıldı. Kadıköy Konsili’nden itibaren imparatorların din konusundaki egemenlikleri bir hayli hız kazanmıştır. İstanbul’un güçlendirilmesinde imparatorların bu arzusu gözden kaçırılmaması gereken önemli bir noktadır. İmparatorların dinî işlere müdahalelerine en önemli örneklerden ilki Jüstinyen’in tavrıdır (VI. yüzyıl). Merkezî otoriteyi güçlendirmek amacıyla hazırlattığı “sivil hukuk”unda Jüstinyen İstanbul’u Roma’dan sonra ikinci sıraya koydurtmuştur.

Roma ve İstanbul arasındaki en önemli kırılma noktası VI. yüzyılda vuku bulmuştur. 595 yılında İstanbul Patriği IV. John (the Faster), tarihte ilk defa ekümenik patrik unvanını alarak İstanbul’un tek ve evrensel kilise olduğunu ileri sürdü. Batılı din adamları papanın bile bu unvanı kullanmaya cesaret edemediğini ileri sürerek John’u şiddetle eleştirdiler. Bu tarih iki kilise arasındaki kavganın zirveye ulaştığı bir döneme işaret eder. Mücadele 726-843 yılları arasına tekabül eden ikonoklazm döneminde de sürdü. İmparator III. Leo (Isaurian) VIII. yüzyılda, devletin merkezî otoritesini yeniden oluşturma projesinin bir parçası olarak ikonaklast hareketi başlatıldığında Sicilya, İllirya ve bazı Ege adalarının yönetimini Roma’nın elinden alıp İstanbul’a devretti. Leo’dan sonra ikonaklastik dönemin şiddetini arttırdığı V. Konstantin zamanında Roma’daki Patrik III. Stefan, kuzeyden gelen Lombart tehdidi karşısında İstanbul’daki hükümetten istediği yardımı alamayınca Germen kabileleri Latin dünyasına ait bazı toprakları ele geçirdi. Roma’nın asla unutmadığı bu olay doğu coğrafyası ile irtibatın tamamen sona ermesine sebep olmuştur.

Doğu-Batı ya da Ortodoks-Katolik ayrışmasının bundan sonraki süreci İstanbul’da Photius’un patrik seçimiyle ilgilidir. Dönemin en önemli bilginlerinden olan Photius’a ait çok sayıda eserden özellikle Myriobiblon (bin kitap) en iyi bilinenidir. 857’de İstanbul patriği olan liberal eğilimli Ignatius’un devrilerek yerine Latin kültüründen nefret eden Photius’un getirilmesi Roma’nın asla hazmedemediği bir hadise oldu. Öte yandan Photius’un laik kökenli olması da Roma’yı rahatsız etmiştir. İki kilise arasında diğer bir problem de IX. yüzyılın ortalarında Balkan halklarının hıristiyanlaştırılması konusunda ortaya çıkmıştır. Balkan topraklarında yaşayan putperest Slav halkları arasında misyon faaliyetine girişen ilk merkez Roma olmuştur. Fakat Roma’nın üstünlük kurma amacıyla başlattığı bu faaliyetler bizzat Patrik Photius’un çabaları sayesinde sonuçsuz kalmış ve İstanbul patrikliği Balkanlar’ın hıristiyanlaştırılması işini üstlenerek bölgedeki egemenlik yarışını kendi lehine çevirmiştir.

Photius’un yol açtığı olayın bir benzeri de XI. yüzyılda iki kilisenin birbirinden ayrılmasıyla sonuçlanacak şekilde Patrik Michael Cerularius nezdinde yaşanmıştır. 1043’te İstanbul patriği olan Cerularius 1053’ten itibaren Roma’ya karşı şiddetli bir kampanya başlattı. Kendine bağlı Ahrida metropolitanlarından biri olan Leo’yu da bu işte kullanan Cerularius İstanbul’daki bütün Latin kiliselerini kapattı. 1054’te Patrik Cerularius ile görüşmeye gelen Kardinal Humbert ile Roma ve İstanbul kiliseleri arasındaki ipler koptu. Papalığın İstanbul’a yönelik tavırlarından rahatsız olan patrik kardinale randevu vermedi. Kardinal, İstanbul kilisesinin farklı görüşlerinden dolayı sapkın olduğuna dair bir papalık belgesini Ayasofya’ya bırakarak Roma’ya döndü. Buna karşılık İstanbul kilisesi de Roma’nın Ruhulkudüs konusundaki inancının sapkınlık içerdiğini vurgulayan karşı bir belge hazırladı ve bunu Roma’ya iletti. Bu karşılıklı restleşme ve birbirini aforoz etme iki kilise arasındaki mutlak ayrılığın ilanı oldu.


Bu arada siyasî kavgalara teolojik kavgaların yol açtığı sarsıntıları da eklemek gerekir. Bunların en önemlisi Ruhulkudüs’ün menşeiyle ilgili “filoque” meselesidir. Bu meselenin özü, Ruhulkudüs’ün Baba ve Oğul’un her ikisinden birlikte mi yoksa sadece Baba’dan mı çıktığı konusuyla ilgilidir. Katolikler birinci, Ortodokslar ikinci inancı benimsemiştir. Ruhulkudüs’ün Oğul’dan da çıktığı ibaresini ekleyerek aslında İznik Konsili’nde olmayan bir unsuru kabul eden Roma, Ortodokslar’ın nezdinde heterodoks bir inancın taşıyıcısı olarak görülmüştür. Bu tartışma iki mezhep arasındaki en önemli teolojik sorundur. İlerleyen dönemlerde Roma ve İstanbul kiliseleri zaman zaman yeniden birleşme çabaları göstermişlerdir. 1098 Bari, 1274 Lyon, 1438 Ferrara-Florance konsilleri bu çabaların en önemli örnekleridir. Fakat sonuncusu 1452’ye denk gelen bu çabaların hiçbirinin başarılı olmadığı bilinmektedir. Türkler’in İstanbul’u fethinden itibaren Ortodoksluğun tarihî gelişimi farklı bir çizgiye oturmuştur. Fatih Sultan Mehmed’den itibaren Osmanlı topraklarındaki Ortodoks tebaa millet sistemi içerisinde İstanbul’daki patrikhaneye bağlanmıştır.

1439’daki Florance Konsili’nde Ortodoksluğun Katoliklik’le birleşmesi söz konusu olduğunda Rus Ortodoksları buna şiddetle karşı çıktılar. 1448’de Rus piskoposlar meclisi tarafından başa geçirilen metropolitan Jonas, Moskova ve bütün Rusya’nın metropolitanı unvanı ile İstanbul’dan bağımsız olduğunu ilan etti. Bu tarihten itibaren Rus kilisesinin İstanbul ile egemenlik yarışına girdiği bilinmektedir. 1540’ta metropolitan Macarios, Rus Ortodoksluğu’nu merkezîleştirmeyi planlayan bir sinod topladı. Bundan sonra Rus Ortodoksları güçlü bir şekilde örgütlenme sürecine girdi. Çar Feodor Ivanovitch’in stratejisiyle İstanbul Patriği II. Jeremias, Moskova metropolitliğini otosefal kilise olarak kabul etti. Bütün doğu patrikleri bunu onaylayarak Moskova’yı beş önemli patriklik şehrinden biri olarak tanıdı.

1652’de Patrik Nikon’un Rus Ortodoksluğu’nu Yunan kültürü çerçevesinde yeniden oluşturma çabası ülke içerisinde problemlere yol açtı. Bu tip reformasyon uygulamalarını kabul etmeyen Rus kiliseleri Raskolniki (eski imanlılar) adıyla yeni bir mezhep oluşturdu. Kısa bir müddet sonra bu grup da kendi içerisinde Belokrinitskaya ve Lipovan Ortodoks kiliseleri olmak üzere ikiye bölündü. Bugün özellikle önemli olan Belokrinitskaya kilisesi Rusya’da hala popülerdir. 1686’da Kiev metropolitliğinin kontrolü İstanbul’dan Moskova’ya geçince Rus kilisesinin egemenlik alanı ciddi anlamda genişledi. Büyük Petro döneminde Rus Ortodoksluğu giderek devletin resmî çizgisine girdi. XVII. yüzyıldan itibaren kilisenin siyasallaşması ve resmî hale gelmesini ifade eden bu süreç “çarizm” adıyla bilinir. 1917 Bolşevik İhtilali’nden sonra Rus Ortodoksluğu ciddi bir takibata uğramış, II. Dünya Savaşı’nda Moskova Teoloji Akademisi’nin açılışı bu süreci kısmen de olsa yumuşatmıştır. 1988’de “Kiev Rusyası’nın vaftizi” adıyla bilinen törenin uzun aradan sonra yeniden yapılması ve pek çok kilisenin tekrar açılması Rus Ortodoksluğu tarihinde bir dönüm noktası olmuştur.

Mora isyanından sonra bağımsızlığını kazanan Yunan Ortodoks kilisesi, 1833’te millî kiliselerinin otosefal olduğunu ilan etmesinin ardından Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi’yle uzlaşmazlığa düşmüştür. Osmanlı’dan aldığı yetkiyle egemenlik alanını kaybetmek istemeyen Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi ve Yunan otosefal kilisesi bugün de ciddi bir mücadele içerisindedir. XIX. yüzyılın sonlarından itibaren bağımsızlığını elde eden Osmanlı Devleti’ne bağlı Balkan Ortodoksları büyük oranda otosefal kilise hüviyetini kazanmıştır. Bulgaristan, Romanya ve Sırp kiliseleri bunun klasik örnekleridir. Özellikle Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra İstanbul Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi, Yunanistan Ortodoks kilisesi ve Moskova patrikliği arasında ekümeniklik iddiaları dolayısıyla ciddi problemler yaşanmaktadır.

Ortodoksluk diğer hıristiyan mezhepleriyle mukayese edildiğinde ortaya çıktığı ve geliştiği coğrafyalardaki tarihî şartların getirdiği konjonktüre paralel olarak atıl, mistik ve melankolik bir kültür doğurmuştur. Daima devletin siyasal denetim rolünü üstlenen Bizans Ortodoksluğu’ndan beri Ortodoksluğun kaderini politik unsurların belirlediği söylenebilir. Ortodoksluk XVII. yüzyıldan başlayarak Protestanlar ile yakın temas içinde bulunmuştur. Bununla birlikte çoğunlukla Lutherci, Kalvinci veya Anglikan çevrelerden gelen ilişki talepleri, XIX. yüzyıl Ortodoksları’nca kendi aleyhlerine yöneltilmiş misyonerlik çerçevesinde algılanmış ve bu tarihten itibaren ilişkiler bütünüyle kesilmiştir. Öte yandan Ukrayna’da ve Rusya’da bulunan az sayıdaki Katolik cemaatlerin durumuyla ilgili Vatikan’ın Ruslar’a yaptığı baskı da iki mezhebin arasını sürekli açmaktadır. 2002’de Papa John Paul’ün Rus topraklarında Katolik diyakozluk bölgesi yaratma teşebbüsü Rus Ortodoksları’nca şiddetle eleştirilmiştir. Bununla birlikte Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin ekümeniklik iddiaları dolayısıyla diğer hıristiyan gruplarla son derece sıkı ilişkileri mevcuttur.



Yazar Hakkında

  • @Dünya Dinleri

    @Dünya Dinleri

    Bırakın Fikirleriniz Özgür Kalsın ! https://www.alternatifforum.org

    Dunyadinleri.Com Yöneticisi